10 Kasım 2010 Çarşamba

Cumhuriyet Gazetesi 10 Kasım 2010


Pastırma Yazı...

NİLHAN AYDIN



Hava güzel mi güzel..
Güneşli mi güneşli..
Güneşin parlak ışıkları altında deniz, karşı kıyıya doğru şıkır şıkır uzanıyor. Oysa dün nasıl fırtına vardı. Rüzgâr çınar yapraklarını bırakın koca çöp varillerini sürüklüyordu, Polente’nin önünde mavi renkli varil ileri geri yuvarlanıp duruyordu. Birçok şilep, tanker de adaya sokulmuştu. Şimdi birkaç tane kalmış, onlarda Çanakkale Boğazı’na girmek için sıralarının gelmesini bekliyorlar.
Lodos durdu, fırtına kesildi.
Ben de sakinim.
Biten bir yaz mevsiminin ardından pastırma yazının sefasını bana aldırmadan çimenlerin üzerinde kanatlarını açmış güneşlenen kumru çiftini izlerken nasıl bir yaz geçirdiğimi düşünmeye başladım.
Koca bir gezegen yaz ortasında dünyamızın çok yakınından geçmiş,.
Farkında mıydım!
Plajları paçalı donlar sarmış, karmakarışık geçen yaz içinde nasıl bunun farkına vardım, varmamakta mümkün değildi, zira erkek mayoları rengârenk çiçek desenleriyle boyları iyice uzamış, erkeklerin dizlerini bile kapamıştı. Tabii ben Kemal Sunal’ın filmlerinde sıkça geçen paçalı don altına ayağına alelacele giydiği iskarpinle oradan oraya koşturan halini çağrıştırdığı için fark etmişimdir ya…
Yaza Sulubahçe’de Batılı sözüm ona modern bir eş ile kahvaltı ile başlamıştım. Sunulan sahte İtalyan şarabı gibi sahte çıkan dostluk da çabucak bitivermişti.
Beni sahte dostlukların burukluğundan Berksan’ın yumuşak sakin sesi çıkarıp aldı.
Berksan “murtuğa hazır” diyor.
Ada’nın Poyraz mevkiinde Berksan ve Emre Ünsal çiftinin evinin bahçesinde kahvaltı masasındayım. Biraz ilerde ateş üstünde bulunan bahçe semaverinden eşi Emre Bey çaylarımızı dolduruyor.
Berksan ve Emre çifti aslen Van'lı imişler, kökleri de Van’da çok eski imiş. 1972 tarihinde Bozcaada’yı keşfetmişler. Yazları Bozcaada’da kışları da birçok kişi gibi İstanbul’da geçiriyorlar.
Kahvaltı masamızda yok yok. Berksan’ın kendi yaptığı reçel çeşitlerinden tutun da çeşit çeşit peynirler ve murtuğa. Benim ilk kez tattığım Murtuğa un ve yumurta karışımı lezzetli bir tat.
Emre Bey dal parçası ile sinekleri masanın üzerinden kovalıyor, benim sürekli adanın kralı yazmamdan ötürü merak etmiş “adanın kralı kim” diye soruyor.
Bende diyorum ki; “Adanın kralı ayrı konu ama Berksan’nın kralı sizsiniz belli”. Berksan eşinin eline hafifçe dokunuyor.
Karşımda bir çift kumru, çok hoş, sakin huzurlu anlar ile benim de neşem yerine geliyor.
Modern, hoş, zarif bir çift, kökleriyle de barışık hayatın güzelliklerine yönelmiş, Ada’da var olduğumu adanın güzel olduğunu yaşatıp hatırlattılar bana, tıpkı akşamüstü uğradığım Çamlıbağ şaraplarını altı kuşaktır yapan ailesi gibi şarabı gönlündeki sevgiyle aşkla yapan Haşim Yunat gibi.
Kral kim mi?
Bana göre “hayatın zevkine varanlardır”.
Peki, adanın kralı kim mi?
Önümüzde koca bir kış var, hazırlık yapmak lazım.


assos

Kimileri taş üstünde taş bırakmaz, kimileri de taştan asırlara meydan okuyan yuvalar yapar, ne yağmur ne de kar eritemez.

Assos’tan kimler gelmiş kimler geçmiş; Midilliler, Persler, İskender, Roma ve Bizans’ın egemenliğinden sonra 1330’da Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine girmiş. Tek başına bir tepe Assos. Tepenin tepesinde 238 metre yükseklikte bir tapınak Athena Tapınağı yapayalnız, gök içinde öylece duruyor. MÖ 6. yy’da dor tarzında inşa edilmiş tapınakta yalnız başına da bir ben, sanki başka birine ihtiyacım var mı ki?
Şu an Assos’ta yok. Assos bir taşlar diyarıdır, sizi başka zamanlara götürür, eski çağlarda yürürsünüz sanki evler aynı, sokaklar aynı. Gecen sene de aynı zamanlarda sonbaharda bir arkadaşım ile Assos’a gelmiştik. Çamsakızlı kahve içtiğimiz aynı kahvehanedeyim. Masalar aynı, değişmemiş, her şey taştan! Ben ise bu sefer sadece kahvemi içmekle kalmıyorum, kahvenin yapılışını da izliyorum.
Zira İstanbul’da hazır paket aldığım sakızlı kahvenin tadı burada içtiğim kahvenin tadının yanında çok yavan kalmıştı. Kalırmış elbette.. Assos’ta yapılan sakızlı kahvede Kaz Dağı’ndan toplanan çamsakızını bol bol kullanıyorlar. Hemen karşı sokakta lapis taşlı yüzük aldığımız mağazada yerli yerinde.
Assos’u gezmek için haritaya ihtiyaç yok, Assos yarım saatte de biter, günlerce, senelerce de bitmez, her şey, her ne ise o şeyler insanın kendisiyle ilgili. Gece yarısı kendi kullandığım araba ile vardığım Assos’ta dik yamaçlı yoldan aşağıya inme korkumu çok çabuk aşmak zorunda ka ldım.
Sonbaharda Assos’ta görünürde kimseler yok ve konaklayacağım otel aşağıda eski limanda. Assos’un girişinde sizi Aristo’nun heykeli karşılar, gri renkli taş yapılardan farklı beyaz renkte olan Aristo’nun heykeli bana “Düz mantık Nil, boşuna oyalanma” dedi. Yorgun uykusuz olan ben de şarkılar söyleyerek gecenin karanlığında uçurumu da görmeden boş yoldan aşağıya bir çırpıda indim. Assos Limanı eski tarihlerden beri kullanılıyor. Bölge sakinleri 1950’lere kadar bu limandan meşe palamudu ihracatı yapmış.

Bölge sakinleri 1950’lere kadar bu limandan meşe palamudu ihracatı yapmış. Bu eski palamut depoları otel motel olarak hizmet vermektedir. Antik mendireğin sütunları ise hâlâ ayakta.

Sabah, nedense çok oyalanmadan yürüyerek yukarıya çıkmak istiyorum. Sol tarafım dik yamaç, aşağısı deniz, Midilli çok yakınmış, ilerlerken sağda nekrapol, amfitiyatronun yanından geçiyorum. Tepeye varıyorum. Aristo heykelinin hemen yanında olan Assos Sanatevi’ne giriyorum, burada her şey özgün, kendime kırmızı renkli bir yüzük alıyorum.
Assos Sanatevi’nin bahçesinde ikram edilen sıcak çayımı içiyorum. Aristo aynı yerde duruyor, elinin duruşunu, parmaklarının şeklini inceliyorum. Assos’ta felsefe okulu açan Aristo’nun düz mantığı, tümdengelim, tümevarımı kaç teorisi hâlâ geçerli, kaçı çürütülmüş bilemem ama gecenin karanlığında Aristo ile konuşarak bir halt etmişim. Bir daha kendi kullandığım arabayla da, yürüyerek de oraya, aşağıya inmem. Gündüz gözüyle anladığım, Assos’ta benim kesinlikle birine ihtiyacım var.
Denize sırtını dönen adalar


Hiç düşündünüz mü? Tatilinizi geçirdiğiniz yerden siz ayrıldıktan sonra oralarda yaşayanlar sezon bitince ne yapar.
Sakince dinlenirler mi?
Yoksa sıkıntıdan birbirlerini mi yerler?
Belki de onlar da tatile başka yerlere giderler, kim bilir.
Peki, ya sahipsiz kediler köpekler ne yaparlar!
Hele hele adaya, dört yanı deniz ile çevrili çıkışı olmayan adaya sahipleri tarafından neden terk edildiklerini anlayamayan çaresizlik içinde yine de sahiplerini bekleyen köpekler, sıcak bir yaz gününün akşamında yemeğinizi yediğiniz sahilde masanızın kenarına gelip sizden balık isteyen o kediler, kar kışta nasıl beslenir, nereye sığınır nerede barınırlar?
Son vapura binmiş uzaklaşırken seyrettiğiniz ada için siz de birçok kişi gibi ada da kış geçmez diye düşünebilirsiniz.
Ben ise döndüm. Bozcaada’dayım.
Hoş geldin diyen yok, kimsecikler yok, bir köpek bana doğru kuyruğunu sallayarak koşuyor. Aa.. bu o köpek; yazın arabanın ezdiği beyaz dişi köpek, yavrularını doğurmuş belli, memeleri büyümüş. Bir elimle onu okşuyorum, öbür elimde Gökçeada’da Krisin bana hediye ettiği, içinde Yakup Peygamberin kardeşleri tarafından atıldığı kuyunun suyu bulunduğu küçük çömlek var.
Kuru bir çınar yaprağı önümü hışıltıyla kesiyor, yapraklar bir bir derken peş peşe üstüme geliyorlar, ürkütücü bir uğultu kulaklarımda, tedirginim, Çamlık’ı bakmadan geçiyorum, meydana geliyorum, rüzgâr kendi etrafında dönüyor.
Benim adam yerli yerinde değil.
Adanın kargaları masalara inmiş..
Kris’in İsrail’den getirdiği o çömleği sımsıkı tutuyorum.
Çınar altı sabit donuk bakışlı adamlar ile dolmuş, denize arkasını dönmüşler, arka tarafa yola doğru bakıyorlar. Kargalar bir bağırış çağırış gürültüyle yarı çıplak çınar ağacına geri çıkıyorlar.
Mavi renkli kapının pervazında tek başına bir kumru, büzüşmüş, biliyorum o soğuktan değil, yalnızlıktan üşüyor.
Yoksa o kumru, yaklaşık bir ay önce kardeşini ve annesini kedilerin kaptığı, bana yaralı gelen kumrunun babası mı?
Kumrular eşlerini kaybedince bir daha eş bulmazlar, bu kumru ada da yalnız yaşayacak.
Ada da sevgi yok, aşk yok…
Aşk olmayınca da ada hiç çekilmez..
İhanet var adada, birbirlerini şikâyet etmişler, kim kimi şikâyet etmiş? Toprağını satıp çalışmayanlar mı?
Kimler bunlar?
Kendilerini adanın sahibi gören aylaklar mı?
Kimseler kim, ama kendi çocuklarını denize atıvermişler.
Ee artık ada meşhur ya… nasılsa insanlar gelir, senelerdir adanın yükünü çeken, adayı sevip sevdiren, adaya her gelişinizde gördüğünüz yüzü denize dönük o adam şimdi yok.
Size sıcak tebessümle hoş geldin diyen dost yerinde yok.
Sırtından vuruldu.
Simdi ada haset aylaklara mı kaldı?
Adanın kralı bile her zaman der ki;
Kimse adanın sahibi değil, olamaz da, insanlar gelir geçer, ada kendinin sahibidir.
Yazın cıvıl cıvıl olan ada şimdilerde sürgün adasına dönüşüvermiş. Yakup Peygamber’i de kardeşleri kuyuya atmamış mıydı?
Sürgünde olanlar ise o cadı kazanının ateşini yakanlar, onlar kendilerine sürgünler, sevgisizler. Aşk yoksa, adayı bırakın hayat çekilmez.
Uç noktanında uç noktası varmış... benim gibi birisi de varmış...
Türkiye'nin Batı Ucu : Gökçeada...

Türkiye’nin batı ucu olan Gökçeada’da, adanın da batı ucunda Uğurlu köyünden geçip, en en uca, uç noktasına ulaştım. Şöyle bir bakınıyorum, keçiler koyunlarla dolu bir çiftlik gözüme çarpıyor. Etrafla hiç ilgilenmeden doğruca uca doğru ilerliyorum.

Vardım, aşağısı deniz.
Neyin ucuna vardım ki,
Avlaka Tepesi’ndeyim.
Başında kasketiyle ufak tefek bir adam bana doğru geliyor, bir teke de onun peşine takılmış, herhalde çiftliğin sahibi diye düşünüyorum. Bana yaklaşınca da boynundaki fotoğraf makinesini fark ediyorum.
Bir turist, gün batımını çekmeye gelmiş herhalde.

Adam ve teke sarmaş dolaşlar, birbirlerini seviyorlar. Ben de tekeyi sevmek istiyorum, ona yaklaşıyorum, ama benden kaçıyor keçi adamın ardına saklanıyor. Adam biraz yürüsün bir karış ondan uzak kalmayan teke, çok iyi takipte, onu tanıyor besbelli. Adam ne çiftçi, ne de turist, merakımı da kendisi çok geçmeden gideriyor. Tanışıyoruz. Adı Kris. Dereköy’de yaşıyormuş. Dereköy eskiden Türkiye’nin en büyük ikinci köyü imiş. Ama göçlerle nüfus çok az kalmış. Kris ise yaşadığı Amerika’dan doğduğu topraklara geri dönmüş.

Keçiyi bir türlü sevemedim. Keçi işte…
Kris, tekeyi tepenin birinde zor durumda açlıktan ölmek üzereyken bulduğunda teke daha minicik yavru imiş, belki üç dört günlüktüdiyor Kris. Kris onu almış evine getirmiş. Eşi ile birlikte tekeyi bakıma almışlar. Tıpkı Bozcaada’da benim bulduğum kuzu gibi… Eve yaralı bir canlı ile dönünce kızmayan bir eş, dost…
Bizim kuzuyu büyüttüğümüz gibi Kris ve eşi de aynı sevecenlikte Teke’yi büyütmüşler. Teke büyüyünce de bu çiftliğe yalnız kalmasın diye getirmişler. Kris sık sık tekeyi ziyarete geliyormuş. Bugün de ziyaret için buradaymış. Teke ile Kris’in sevgi bağı çok kuvvetli, etkiliyor insanı… Bir hoşlukla Benim gibi birileri de varmış deyip keyifle ardıma dönüp bakınca güneşi göremiyorum,
Güneş batmış…

Buraya ne için gelmiştik, güneşi seyretmek için miydi?
Olsun,
Güneş her yerden güzel batar…
Zorlukla yürüyerek çıktığımız bu tepeye bildiğim bir hissi paylaşmanın huzuruyla Kris’in 4 çeker cipi ile aşağıya gizli limana iniyoruz.
Kris aforoz edilmiş eski bir papaz imiş. Hoş rahip olması da ilginç ya, zira Dereköy’de papaz yok diye papaz olmuş. Dedelerim de dedeleri de adalı idi diyor. Nedense bunlar pek ilgimi çekmiyor. Uzakları seyrediyorum, Nevzat Şateş’in (amcamın) ceketini çıkarıp yeni doğan buzağıyı temizleyen görüntüsü gözlerimin önünde…

Kendi kendime tebessüm ettiğimi fark ediyorum.
Bir yandan da Kris anlatmaya devam ediyor. Bu cip eşimin, benimki eski model bu tepeyi çıkamaz ama değiştiremiyorum işte, gönül bağım var diyor. Tıpkı Şateş Nevzat gibi, Şateş’te 1976 model Anadolu değiştiremedi hâlâ duruyor. Sanki ben farklıyım ya(!) yeşil gözlü arabamı bende değiştiremiyorum, nedense kıyamıyorum. Nasıl bir bağ ise…

Kris zor yıllardan sonra adaya dönünce de annesinden sadece mantosunu bulabiliyor evlerinde. Evi restore ettiriyor, şimdi bu evde eşi ile birlikte yaşıyorlar. Bir fotoğrafı gösteriyor, eski bir fotoğraf… Dereköy’de doğmuş birine aitmiş, O da Kris gibi Amerika’ya gitmiş, birçok işte çalışıp, bir arsa almış ve o arsadan petrol çıkmış, zengin olmuş, bu arada da hiç vakit kaybetmeden doğduğu Dereköy’e okul yaptırmış. Kris ateşli ateşli anlatmaya devam ediyor ama benim gözlerimin önüne Şateş’im İbrahim Aydın geliyor. Şateş’te doğduğu köye okul yaptırdı.

Ee bende amcalar çok, şimdi anlıyorum kardeşim Gökhan Aydın’ı, çocukluğunda üzüntüyle benim çocuğumun amcaları olmayacak demesini.
Kris’in eşi üniversite de yabancı dil dersi veriyor. 18 Mart Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu, 1997 yılında o zamanlar üniversitenin rektörü Prof. Dr. Ramazan Aydın’ın büyük çabalarıyla açılmış. Denizi güneşiyle organik tarım yapılan tarih ile iç içe olan ada da üniversite okumak keyifli mi? Bilemem ama gençlerle birlikte adaya hayat gelmiş, neşe gelmiş.

Bu evde canlı, neşeli cıvıl cıvıl…
Pencereden uzaklara bakınca çorak tepe hiç rahatsız etmiyor.
Yıkık evlerin fazla olduğu Dereköy sokaklarında yürüyorum.
Bir madam hoş geldiniz diyor, onla sohbet ediyoruz. Rum Madam, Biganın Eşelek Köyü gelince adada tekrar tarım başladı, Rumlardan sonra ilk tarım yapan onlar oldu, çok çalışkanlar sayelerinde ada yeşerdi, canlandı diyor.

Kaç gün oldu kendi adamdan uzağım. Benim adam kıskançtır, hemen dönmek istiyorum. İçimde bir şeyler kıpraşmaya başladı. Bozcaada’da bir şeyler oluyor, hissediyorum ada içten içe kaynıyor.
Bir an önce her zamanki yerimde Polente Cafe’de melisa çiçeğinin yanında olan köşemde olmak istiyorum.

Cumhuriyet Gazetesi 13 Ekim 2010

“Barba” Rumca amca demekmiş, rahmetli Hakkı Amcam sağ olsa idi hemen amcanın Çerkezcesi ne diye sorardı…



“Barba” Rumca amca demekmiş, rahmetli Hakkı Amcam sağ olsa idi hemen amcanın Çerkezcesi ne diye sorardı…
Amca ne demek…

Baba yarısı mı?

Benim gibi dört amcası olan ve amcaları ile birlikte iç içe büyüyen erkek kardeşim Gökhan 6-7 yaşlarında iken “amca” babanın erkek kardeşine dendiğini öğrenince, bayağı düşünüp tartmış ve vardığı sonuç onu biraz üzmüş, “benim çocuğumun hiç amcası olamayacak” demişti.

Hem kız hem erkek kardeşim olduğu için kardeşim gibi endişem olmadı ama benim için de amcalarım önemli.
Sanırım Rumlar içinde amca önemli ki Gökçeada’da barba ile çok karşılaştım.
Gökçeada’nın Zeytinli köyünde Barba Hristo’nun mekânında üçüncü sakızlı muhallebiyi yiyiyorum.
Daha lezzetlisini daha temiz yapılmışını da yiyebileceğimi düşünemiyorum. Tatlı üstüne dibek kahvesi beklerken, karşıda gördüğüm banka geçiyorum.

Dibek kahvesi

Dibek kahvesi denince genellikle pişirme şekli sanılıyor oysa dibek kahve öğütme yöntemi. Taşa oyulmuş bir çukurda (havanda) kahve çekirdekleri yaklaşık 10 kiloluk demirle ezildikten sonra elekten geçiriliyor, kahvenin günlük hazırlanması önemli bir özelliği, yani her gün bu işlemin yapılması ve taze sunulması dibek kahveye tat katıyor.
Nedense kahvenin olmasını beklemek her seferinde bana zor gelir, sanırım benim gibi Hakkı Sateş için de zordu ki daha kahveyi ateşe koyamadan “kahve Yemen’den mi geliyor” dedi.

Sanki susuz kalmışım, sabırsız yer değiştiriyorum, sokağın karşıdaki banka geçiyorum.
Ruh halimi anlamış Barba kapıdan başını uzatıp sesleniyor “Yediğin muhallebinin sakızı, Sakız adasından geliyor, o oturduğun bankın ardındaki bina Bartholomeos’un dedesinin dükkânı idi” diyor.
Gökçeada Zeytinli köyü doğumlu Fener Rum Patriği olan Bartholomeos dedesine ait olan eski dükkânı restore ettirmiş, müze haline getirmiş.

Kokusu çoktan bana ulaşan kahvemin buharı kıvrımlar yapıyor, pür neşe bana geliyor. Yoksa kahve ruhumun ihtiyacı olan iksiri mi?
Sateş’e sordum.

“Barba dibek kahvesini bugün mü yaptın?”

Barba da “Tadına bak da sen bil bakalım” diyor kurnazca, eliyle işaret ederek sözüne devam ediyor, “Yandaki ev de patriğin doğduğu ev” diyor.
Kahvemi içerken evin harap hali dikkatimi çekiyor.
Dükkân pırıl pırıl ama ev bakımsız.

Evi patriğin kız kardeşine vermişler. O bir patrik ve kendisi de o evde doğmuş, ama ev ile ilgilenmemiş.
Aklıma geliyor;
Acaba araları bozuk mu?
Onlar da kardeş kavgası yapıyorlar mı?
Birbirlerine küsüyorlar mı?

Ya kardeşiniz dini lider olursa, saçınızı çeken, kızamık çiçeği hastalığını birlikte geçirdiğiniz, yani birlikte büyüdüğünüz, her halini bildiğiniz o kardeşiniz dini lider olursa elini öper misiniz? Yoksa ah kardeşim deyip ensesine indirebilir misiniz?

Yani ne bileyim işte kardeş kardeş konuşabilir misiniz?
Sateş’imin çocukluğunda top koşturduğu sokakları dolaşıyorum, çeşmelerin suyu hiç kesilmemiş belli, suyun aktığı oluklar paslı yosunlu.

Sonbaharda iyice ıssızlaşmış, Gökçeada’nın Zeytinli köyü, taş kaplı yolları ve çamarşırhaneleri sağlam, göçlerle yaşayan evler azalmış, ama yazları gelmek üzere restore edilen evler artmaya başlamış.
Barba ise yaşadığı Yunanistan’dan ölmek için doğduğu topraklara tamamen geri dönmüş, yaz-kış adada yaşıyor. Beşiktaş’ta futbol da oynayan Barba Hristo bayırı çıkıp gelenleri karşılıyor, sıcak bir tebessüm ile “hoş geldiniz” diyor.

Cumhuriyet Gazetesi

Vahşi Ada
Ruhum uçuşuyor…
Yol arıyorum…
Tedirginliğim gitmiş, etrafımda hoş bir esinti dolaşıyor...
Dinliyorum…



Gözlerim sürmeli kocaman bir çift göz ile kesişiyor. Tek başına bir kuzu, ardına dönmüş hadi beni takip et diyerek açık kapıdan içeriye giriyor…
Geçen yaz çuval içinde bulduğum kuzu yavrusunun meleme sesini duyuyorum.

Boyası dökülmüş yıpranmış kapıya bakıyorum hâlâ açık…

Ruhum uçuşuyor…
Kollarım, vücudum kendini bırakmış, tepeleri denizleri aşmış, bulutlar içi nde dans ediyorum…
Meğer eşiği atlamışım, açık kapıdan içeriye girmiş, kuzuyu takip ederek Gökçeada’nın en tepe noktasına çıkmışım.
Koyunlar bir çobanın peşinde sürü halinde takip ederler değil mi? Gökçeada ise durum şaşırtıcı…

Serbest, kendi başlarına dolaşıyorlar.
Gökçeada’da kuzular bile kişilik değiştirmiş, kendi doğalarından çıkmışlar, özgürleşmişler…
Yakomoz Motel’de Ada’nın balkonunda oturmuş gün batımını seyrediyorum. Aşağıda yemyeşil bir ova var.
Kuzum bu adada rahat eder…

Gecen yaz Bozcaada’da üçüncü yavrusunu besleyemeyeceği için terk edilen kuzu yavrusuna bir arkadaşım ile sahip çıkışımızı hatırlıyorum. Ben, kuzu kucağımda eve dönünce arkadaşım da kuzuyu sevmiş, hemen ona biberon alıp beslemeye başlamıştı. Bu benim için önemliydi, zira hayvan sevgime tepki duyan ve eleştirenle re laf anlatmaktan bıkmıştım. (Aslında hayvan sevgisi mi? güçsüz olana mı, o ayrı bir konu...)

Denizden gelince adaya ilk girişte kurak tepeler ile karşılaşıyorsunuz, adayı da kurak sanıyorsunuz, oysa ada canlı, hem de çok canlı, hele tepeler capcanlı…
Ovanın etrafını saran o tepeler, sanki ovayı korumak için orada, dimdik duruyorlar.
Çorak toprak ve verimli toprak iç içe...

Ben de tepeye kuş gibi tünemiş, ciğerlerimi oksijen ile doldururken ruhum çoktan hafiflemiş, uçmuş.
Çeşmeden su içmeyi özlemişim.
Zeytinli köye gitmek için yola çıkıyorum. Bir hışırtı duyuyorum, bir koç hızla yanımdan geçiyor, küçük bir yalağı olan eski çeşmede durup ardına dönüp bana bakıyor.

Temiz su, kirli su, tatlı su, kaba su derken kim bilir kaç senedir çeşmeden su içemiyoruz. Doğal tatlı su kaynakları bakımınd an zengin olduğunu bilerek çeşmelerden kana kana su içiyorum, yüzüme su çırpıyorum. Suyun keyfini yaşıyorum.
Kendine yetebilen bir ada Gökçeada…
Tatlı suyu ve tuzu olan ada, narı, ayvası, cevizi, bademi birçok meyveyi ve sebze yetiştirebilmektedir.

Ayrıca Tarım Bakanlığı ekolojik tarım yapılması amacıyla Gökçeada’yı pilot bölge seçmiş.
Tesislerini gezdiğim Elta Ada Tarım İşletmesi Türkiye’de ilk organik süt ürünleri üreten kuruluştur. Hayvan yemlerini kendileri üreten ada dışından hiçbir alım yapmayan firmanın zeytinlikleri, meyve bahçelerini ve karpuz tarlalarını gezdikten sonra süt ürünleri üretilen tesislerde içtiğimiz ayran neredeyse içtiğim en lezzetli ayran desem yeridir.
Adanın suyu temiz, ayranı leziz…

Bu ada da yaşanır.
Daha çok yabancı turistlerin Gökçeada’da keşfettikleri Kite surf alanı olan Aydıncık bölgesine doğru yola çıkıyorum. Biga’nın Eşelek köyünden göçerken adaya cami minaresini yanlarında getiren Eşelek köyüne de uğruyorum. Minareyi görünce de niçin minareyi taşıdıklarını anlıyorum. Biga’da çıkan Danişment taşından yapılan minarenin işçiliği iyi, Eşelekliler baraj altında kalacak olan köylerinden minarelerini hatıra diye getirmişler.

Tuz gölü gözüküyor, Yeşil renge koyanmış üç beş koyunun arasından geçerek yola devam ediyorum.
Adada koyunları sahipleri belli olsun diye değişik renklere boyayıp salıyorlar, sonra kırkma zamanı gelince yapalayıp tüylerini kırpıyorlar. Filamingolar ise daha pembeleşmemişler.
Sonbaharda adaya gelen flamingolar tuz gölünde yaşayan bir kurtçuğu yiyorlar ve bu yedikleri kurtçukta bulunan bir madde ile pembeleşiyorlarmış.
Tuz gölünde bu sene su çok, yazın azalmamış, flamingolar gölün uç noktasında, ama dikkatli bakınca bazıların kan atlarında pembeliği başlamış olduğunu görüyorum.
Bir taraf sürekli dalga alıyor, diğer taraf durgun deniz…
Bir yanda kitesurf, öbür yanda sörf…

Dünyanın başka neresinde var acaba diye düşünürken, kayan, atlayan, hızlanan dalgalarla dans eden jitesurf yapanları görünce dayanamıyorum. Atıyorum kendimi sıcak denize…
Bu adada yaşanır…

Cumhuriyet Gzetesi, 29.Eylül 2010

Bir adadan başka bir adaya…
NİLHAN AYDIN
Bir kıtadan başka bir kıtaya göçer gibi geçtik Gökçeada’ya…
Dolduk taştık, sıkıştık kaldık. Aşkımda adadan taştı.
Ben ve seramik sanatçısı arkadaşım Meliha Coşkun ne yapsak diye düşünürken aklımıza Gökçeada’ya gitmek fikri geldi. Kral’a öylesine “Gökçeadaya gitsek mi” dedik. Kral’da “hemen yelkenleri açalım” dedi.
İnanamadım. Nasıl (yani) bu kadar kolay olabilir! (mi?)
Senelerdir her yaz sonu Bozcaada’da “seneye muhakkak Gökçeadaya gideceğim” deyip gidememişken bir anda daha gün bitmeden yelkenlideyiz ve rotamız Gökçeada…
***
Tek başıma yelkenlinin ön kısmında uzanmış uzaklara bakıyorum.
Deniz sakin…
Güneş batmış olduğu halde tenimde hoş bir sıcaklık hissediyorum.
Uzaklardan çok uzaklardan uğultulu bir ses geliyor, sesi dinliyor anlamaya çalışıyorum, ses yakınlaştıkça kabararak artıyor.
Atlılar bunlar…
Nereden çıktılar, nasıl geldiler, yelelerini savurarak bizi geçiyorlar, sesleniyorum “beni de alın”. Başının önünde beyaz işareti olan kızıl at bana dönüp bakıyor…
“Denizin diplerinde, uçurumlarda,
Tenedos’la kayalık İmroz arasında
Bir mağara vardır; geniş, kocaman.
Dinlendirirdi orada atlarını
POSEİDON; yeri sarsan.
Çözdü arabadan, tanrısal yemlerini
koydu önlerine.
Bağladı ayaklarına altın zincirler
Bunlar kırılmaz, çözülmez zincirlerdi
Efendileri gelene dek ayrılamazlardı oradan
Kendi de Akhaların ordusuna doğru
yürüdü gitti.”
Meliha’nın “uyan adaya yaklaştık” sesi ile gözlerimi açıyorum.
Troya da mıyım, yoksa rüyada mıyım? Hakikat de miyim?
Almancası “Traum und Wirklichkeit” (Rüya mı Hakikat mi?) olan Troya kitabı gözlerimin önünde hâlâ.
Yunan Mitolojisine göre Gökçeada ile Bozcaada (Tenedos) adaları arasında ise Poseidon’un kanatlı atlarının ahırları bulunuyor.
Meliha’ya “İmros çorak topraklardaki bereket tanrısı anlamına” geliyormuş, deyip doğruluyorum.
Karşımda koca bir kıta…
Bozcaada’dan sonra bana elbette çok büyük görünüyor.
Zaten Türkiye’nin en büyük adası Gökçeada değil miydi?
Evet, ve biz Türkiye’nin en batı ucunda güneşin battığı yerdeyiz.
Adanın güneyine doğru kıvrılıyoruz. Koca bir kaya kütlesi dikkatimi çekiyor. Denize arkasını dönük olduğu halde biraz daha yaklaşınca büyük bir kaya parçasına oyulmuş birbirine bitişik iki kaya mezarı olduğunu anlıyorum. Etrafta hiçbir yerleşim yok. Sanki uzaydan oraya fırlatılmış gibi duruyor.
Hafif eğri duran çift mezar sanki “yerin hazır diyor” bana.
Ürperiyorum.
Şalım omuzlarımdan denize uçmuş. Meliha “denize atlasana” diyor. Mezarlardan gözlerini alamayan ben ise tedirginim. “Yok soğuktur deniz” diyorum. Oysa sabah Bozcaada’da denize girmiştim. Karga adası Bozcaada’da gördüğüm birbirlerine sokulmuş kumru çiftini anımsayıp gülümseyerek “Gitti omuzlarımı saran ipek şal Helen’in omuzlarına” deyip bakışlarımı limana doğru çeviriyorum.
***
Kuzu Limanı’na sisleri delerek giriyoruz.
Genellikle limanlar ve yerleşim alanı aynı yerde olur. 10 köyü olan adanın limanında yerleşim alanı yok. Sizi karşılayan kimse yok terk edilmişlik hissine kapılıyorsunuz. Arıyor gözleriniz yaşayan hayatları, etrafa bakınıyorsunuz, ada yaşıyor ama yalnız kalmış…
Kapısı açık kalmış bir ev gibi…
Hüzün doluyum…
Geri mi dönsek?
Zaten adayı fetih edemem de keşfedemem de çok büyük.
Oysa Bozcaada da basmadığım karış toprak kalmamıştı. Bozcaada’da çınar ağacının altında beni bekleyen adamımın Gökçeada’da görmelisin dediği 625 senelik çınar ağacına yine de ulaşmalıyım ve en ağacın en tepesine çıkmalıyım.
Yol arıyorum.
Yok, ben bu hüzün ile baş edemeyeceğim.

7 Kasım 2010 Pazar

Cumhuriyet Gazetesi, 15 Eylül 2010

Benim adam güvenlidir
NİLHAN AYDIN

Bunca senedir adadayım, gider gelirim, kavga dövüş hiçbir olay duymadım. Birkaç
basit olay dışında, onlar da topu topu bir iki tanedir. Hayatlarında başarısız olup, adaya
kaçıp sonra da adada var olmak için hiç işletme bilmeden heves ile açılan bir mekânda
yine birkaç kendini bilmez densizin çıkardığı kavga dışında.
 Onları da ada halletmesini bilir. Öyle iyi bilir ki, siz hiç merak etmeyin…
Siz bu arada Polente Kafe Bar’a gidin, Polente hem eğlenceli hem de güvenlidir. Başkaları küçücük odada güvenlik sağlayamazken Polente Kafe Bar senelerdir ada girişinde dört sokağın kesiştiği noktada yüzlerce kişiyi huzur ve keyifle ağırlar.

Benim adam da güvenilir bir adamdır. Adaya gelip çınar ağacının altında beni bekleyen…
Aşkı, sevgiyi, dostluğu bana hatırlatan adam da güvenilir, sevgi doludur.

Meydanda tüm yolların kesiştiği köşe başında olan o çınar ağacının altında sabahın
erken saatlerinde oturup patlıcanlı börek ile çay içmekten keyif alırım. Hele sonbaharda
hava bozunca gemi kalkmazsa diye panikleyen konukların telaşlı hallerini izlerken
çınarın altında korkusuzca çay yudumlamak çok daha keyif verir bana.

Ada merkez dışında da güvenlidir. Birbirinden güzel irili ufaklı çok adet koyları olan Bozcaada da rüzgârı dinledikten sonra sizin olabilecek bir koy muhakkak bulursunuz.
Kimi kumlu sahili, kimi kayalık koylardan tuzlu serin suyu olan denize rahatlıkla girebilirsiniz. Sadece kayalık yerlerde denize girerken denizkestanesine basmamaya dikkat edin. Zira dikenleri canınızı yakar, çıkarması da zor.

Köpük kaçtı

Benimde İtalyan şaraptan hevesim kaçtı. Zaten adanın Çamlıbağ Merlot şarabı (içtiğim)
İtalyan şarabından çok daha sürükleyici. Çamlıbağ Merlot şarabını bir de Polente de dostlarla ve adanın kralı ile birlikte içiyorsanız keyfinize diyecek yoktur.
Siz en iyisi hiç oyalanmayın…Orada burada sıkışıp  kalmayın, Polente Bar’dan şaşmayın.

Köpükte kaçtı hevesimde kaçtı, kaçar tabi; gece on bir civarında Sulubahçe’de Alman kökenli bir ailenin evinden çıkışta Süleyman Kaptan’ın köpeği olan Köpük kedi mi?  tavşan mı? gördü, biz daha anlayamadan arabaya binmek yerine yolun karşı tarafına fırladı.
Gecenin körü…
Evet, Aycan haklıymış...
Karanlık, zifiri karanlık ortasında kaldım.
Ada da yaz kış yaşayan, ada konseptli hediyelik eşyalar yapan mavi gözlü güzel kadın Aycan Yalçın, “Arabada bir fener bulunsun, ay dolunay değilse, şehir dışı karanlık olabilir” demişti. Aycan birçok konuda olduğu gibi bu konuda da haklı çıktı.

Yine, yine de benim adam güvenlidir.
Ada öyle bir silkelenir ki…

Peki, adanın kralı kim mi?

6 Kasım 2010 Cumartesi

Cumhuriyet Gazetesi 1. Eylül 2010


Ada hali, dünya hali...
NİLHAN AYDIN
Bozcaada’ da karadan esen poyraz rüzgarı aniden çıkıverdi ve dostum Selim Akçin’i adaya attı. Poyraz rüzgarı mı? Selim’i hızla adaya getirdi, yoksa ardına Poyrazı rüzgarını alan Selim mi beklediğimden
önce adaya ulaştı!..
Nasıl geldiyse geldi, hoş geldi. Selim’in gelişi benim rüyalardan uyanıp gerçekleri görmeme de sebep oldu.
Selim ve kızı Selin daha adaya gelir gelmez sokakta süratli geçen arabanın yavru kedinin ayağını ezmesine tanık olmuşlar, bu olay hem Selim’i hem de 10 yaşındaki kızı Selin’i çok üzdü. Sevecen duyarlı güzel bir kız olan Selin bu olayı bana anlatırken ben de bir yandan da esen rüzgârın sazlıklarda çıkardığı sesi dinliyorum.
Yoksa o kedi beni her yerde takip eden kedi mi?
Selim ve kızı ile birlikte Selim’in kullandığı araba ile ada turuna çıkıyoruz.
Selim arabayı ortalama 40 km. hız ile kullanıyor.  Sanki biliyor;
Çayır’dan Sulubahçe’ye geçerken kirpilerin yolundan geçtiğimizi...
Başağa mevkinden geçerken tavşanların bölgesine girdiğimizi…
Poyraz’dan geçerken keçi yolundan geçtiğimizi ve bir keçinin arabanın üstünden atlayabileceğini hissediyor.
Selim’in hiçbir uyarı almadan gösterdiği duyarlılık bana hoş geliyor. Bir hayvanın ezilmesi ihtimali tedirginliğini yaşamadan ben de etrafı rahatlıkla seyrediyorum. Bir çok gemi iyice adaya sokulmuş birçok  fırtınanın dinmesini bekliyorlar.
Dikkat kirpi yolundasınız!
Diye uyarı tabelalar mı koysak yollara…
Zira yollarda arabaların ezdiği çok sayıda kirpi ile karşılaşıyoruz.

Ada da çok sayıda kirpi ve tavşan vardır. Kirpilerin ezilmesi ise daha kolaydır. Ufak boylu kahverenginde olan ada tavşanlarında sayısında da azalma var maalesef. (Ufacık ada da bile avcılık var).Artık daha az rastlıyorum, uzun kulaklarıyla zıplayan sevimli tavşanlara.

Bu arada her zararı konuklar mı veriyor sanki…
Ya, kontrolsüz bir şekilde kekikleri kökleriyle koparıldıkları için kekiklerin azalmalarına sebep olan sözde adalılara ne demeli…

Gelincikler bile bitti adada…

Cennetin kapılarını açmadan önce madalyonun öbür yüzünü de sizlere göstermek istiyorum.

Size ilk uyarım yemek fiyatları ile ilgili olacak, Zira adaya geldiniz de acıkmış olacaksınız. Tabii eğer vapuru kaçırmış karşı kıyıda beklerken atıştırmadıysanız.

Hangi lokantaya giderseniz gidin sakın balık pazarlığı yapmadan masaya oturmayın. Balık fiyatında anlaşsanız da bunu yeterli sanmayın, mezelerin fiyatlarına bakarken, ara sıcakların fiyatı hep atlanır oysa bunların fiyatları yüksektir adada aklına yazın. Adisyonu muhakkak ama muhakkak dikkatlice kontrol edin

Bu arada günlük gazeteleri okumak için boşuna sabahın erken saatlerinde kalkmayın, Zira karşıdan ilk vapur sabah 9.00 da kalkar, gazeteler o gemi ile adaya gelir, paketlerin açılması falan uzundur adada.
Yani gemi geldi diye de hemen gazete bayisine koşmayın, tek olan gazete bayisinde uzun bir kuyruk ile karşılaşabilirsiniz.

Birde lodos patlamışsa gemide gelmez gazetede, hiçbir şey gelemez ki adaya.

İyi ki poyraz çıkmış,
Selim ve kızı Selin gelmiş. Bana çok iyi geldiler. Yoksa poyraz onları adaya benim yanıma getirmek için
mi çıktı. (Onlar adadan ayrılırken içimden geçmedi değil rüzgâr lodosa dönse de
… ada da kalsalar.

5 Kasım 2010 Cuma

Cumhuriyet Gazetesi, 18 Ağustos 2010


Ada Hali
NİLHAN AYDIN
Mavi renkli yaseminlerin pervazını sardığı kapıyı açıyorum, karşımda bir çift kumru kuşu…
İnce cılız erik ağacının dalına yan yana konmuşlar… Grimsi hafif kahverengi renkleri olan kumru çifti yumuşak sevecen bana bakıyorlar.
Karga cenneti Bozcaada’ da, eşlerine bağlılığı ile bilinen kumru çiftini görmek beni daha da hafifletiyor.
Arkama dönüp şöyle bir bakıyorum…134 senelik Özcan Hanım’ın evine…
Adanın Kargaları…
Kedilerin bile yaklaşmadığı kargalar adada o kadar çok ki adada kargadan başka kuş yaşayamaz gibi geliyordu bana. Hele kasabanın içi kargadan geçilmiyor, tüm ağaçlarda çatılarda her yerdeler hatta çay bahçesinde masanızda bile, sizle masanızı paylaşmak için bir an masanıza konabilirler sakın şaşırmayın…
Adanın kargaları farklıdır, küçük cinstir, beyaz gözleri ve gri ensesi ile dikkat çekerler.
Kumrular bana yol gösterir gibi yine birlikte kilisenin çan kulesine doğru uçuyorlar. Bende kiliseye doğru gidiyorum.
Meryem Ana Kilisesi
Bozcaada’daki Rum Ortodoks cemaate ait, ibadete açık olan tek kilisedir. Rum Mahallesi’nin tam ortasına konumlanmıştır. İlk yapılış tarihinin Venedikliler zamanına kadar uzandığı düşünülen kilisenin giriş kapısında 1869 tarihini okuyorum.
Bir anda kargaların gürültülü bağırtıları ile irkilip yukarıya doğru bakıyorum. Karga sürüsü, kilisenin avlusundaki 4 katlı çan ve saat kulesinin her yanına doluşuyorlar. Tedirginim. Kumru çiftini arıyor gözlerim. Tam çanın üstünde görüyorum kumru çiftini... Kumrular rahat duruyorlar, kargalardan ürkmemişler.Kargalar kumrular ile birlikte kuleyi paylaşıyorlar…Kilisenin içine girmeden sardunyalara yöneliyorum. Okşuyorum nefesimle seviyorum onları…Geride bir evden Candan Erçetin’in son albümünden olan “Kırık Kalpler Durağında albümünden “Özür dilerim” şarkısı çalıyor…Aşktan özür dilenince aldığı yara kapanır mı?
Daha biraz önce, birkaç dakika önce bulunduğum Özcan Germiyanoğlu Hanımın evinde dikkatimi çeken penceredeki yamalı ajur perde gözümün önünde… Nasıl güzel işlenmiş, sanki yama değil, diye düşünmüştüm…
Yıkık eski bir binanın mavi renkli kapısını görünce duruyorum. Kapı numarası 20. Bina harap ama kapısı canlı, üstüne çizilmiş ince bıyıklı adam tebessüm ettiriyor beni. Ve Ege Otel’de buluyorum kendimi…
*
Bazen…
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan, Güneş kucağındadır, bilemezsin. Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür, Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın. Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın. Uçar gider, koşsan da tutamazsın...
*
William Shakespeare’e ait bu sözler Ege Otel’in bir odasının kapısında yazılı, diğer odalarının kapılarında da başka ünlü şair ve düşünürlerin özlü sözlerinin olduğu otelin iki katını da geziyor ve tüm şiirleri okuyorum, Shakespeare yazısının olduğu kapıda duruyorum…Ümit bey bana soğuk bir soda getiriyor.
Otelin sahibi Ümit- Maytiga çiftinin işlettiği Ege Otel benim beğendiğim mekânlarda olup eski rum ilk okuludur.
Oradan çıkıyorum daha yukarıda konumlanmış olan kaleye doğru yöneliyorum. Daha üste yönelme isteği içimi kaplıyor. Yükselme duygum depreşiyor. Bu his bana meyve ağaçların çıkıp illa ağacın en tepesindeki meyveyi alma arzumu anımsattı. Sokakta kendi kendime tebessüm ile yürürken, karga sürüsü gürültüsü bu sefer daha da yüksek volumle alçaktan, neredeyse başıma değip gececek kadar alçaktan uçuyor. Başımı çevirince Göztepe’yi görüyorum. Adanın en yüksek yeri Göztepe…Benim kaza geçirdiğim yer, neredeyse uçurumdan uçmama ramak kaldığı o yer.Bir daha asla çıkmam dediğim o yer dimdik karşımda duruyor…Adanın kedisi takipte. Bu kedi aynı kedi değil mi, beni mi takip ediyor yoksa…Ee ada bazen küçük geliyor aşklara…
Benim adama ulaşmak da, ayrılmak da kolay değil…
Denizleri aşıp karşı kıyıya vardığınızda uzaklarda tek başına göreceksiniz adamı…
Varınca da Ramo’yu tanımalısınız. Tanıyacaksınız da…
Zira, O, adanın korsanlarındandır. Şimdiki korsanlarından.
Adadan ayrılmak için vapur kuyruğunda beklerken, O sizi sakinleştirecek, diyecek ki” merak etmeyin sizi bu vapur ile göndereceğim ” her araba yolcusuna tek tek…
Ve siz adadan ayrılacaksınız ada izin verdiği sürece…
Ya rüzgar açık denizden kıyıya doğru eserse,
Ya Lodos dönüşürse…
Ya Lodos patlarsa…
 

Cumhuriyet Gazetesi,11 Ağustos 2010

Bu Ada da Benim, Adam da Benim…
NİLHAN AYDIN
Eski bir Rum sofasında oturmuş balkonun açık kapısından adayı seyrediyorum. Mor salkımlar hâlâ açıyor, yaza doyamamış gibi zamanı çoktan geçtiği halde açıp açıp sallanıyorlar.
Arkada kalenin uç kısmındaki bayrak dimdik duruyor. Hiç kıpırdamadan…( dalgalanmadan..)
Aa demek bugün havada rüzgâr yok. (Rüzgârsız bir gün başlıyor bu sıcaklarda…)
Kalenin önünü kesmiş Rum evleri küçüklü büyüklü kıpkırmızı eski çatılarıyla denize kadar uzanıyor.
Almancası “Traum und Wirklichkeit” (Rüya mı Hakikat mi? ) olan Troya kitabı yanımda… Ona bakıyorum…
Troya da mıyım, yoksa rüyada mıyım? Hakikat de miyim?
Muhakkak ki Truva atı da bu denizlerden geçti, karşıya vardı.
Ama ben buradayım…
İçimde harp yok. Müthiş bir sulh var… Aşkla aramı düzelttim… Hiçbir şeyin sahibi olmadığımı anladım. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin sahibi olamayacağımı gördüm. Hiç kimsenin de hiçbir şeye devamlı sahip olamayacağını anladım…
Mor salkım da bütün bu güzelliğiyle iki gün açmıyor mu zaten?
Hafif çıkan rüzgârın esintisi yüzüme geldiğinde nerede olduğumu anımsıyorum… Ben bir kütüphanedeyim. Ve karşımda bir sürü kitapların arasında resimlerle bezenmiş bir evde olduğumu görüyorum.
Adaya âşık bin bir ressamın yaptığı resimlerin içinde kendimi buluyorum… Ressamların özgürlüğü veya bağımlılığı, benim özgürlüğüm veya bağımlılığım… Birçok insan buhranda iken bir adaya kaçmak, sığınmak ister.
Peki, ya ben adada tutsak mıyım, yoksa hasretini çektiğim tam özgürlüğün ortasında mıyım?
Şu anda özgürüm…
Adadayım, özgürüm…
Kendi içimde özgürüm…
Ben kendimde özgürüm…
134 senelik eski Rum evinin hâlâ yaşayan 134 senelik tahtaların çatlaklığı… Yüksek tavanlı binanın ferahlığı bana huzur veriyor.
Özcan Germiyanoğlu Hanım’ın evindeyim. Bana baktığı zaman ruhumu hissettiğini bildiğim…
Özcan Hanım’a “Bu ev çok huzurlu” diyorum.
O da bana “Gelenler ile ilgili” diyor ve devam ediyor.
Her evin bir kaderi vardır…
Bu yastığın da bir kaderi var deyip tatlı, sevgi, anlayış ve hüzün dolu bir ifade ile ruhumu okşayan yumuşak bir ses tonuyla Anna’nın hikâyesini anlatmaya başlıyor.
Bu yastığın hikâyesi
“Anna hiç evlenmemiş. İncecik, uzun, zayıf... Her sabah keçileri ovaya götürür, orada bütün gün kalır, akşam olunca da sırtında çubuklarla geri döner. Çubukları bir beze bağlardı. Ve her gün yakacak çubuğunu getirdi. Belki ateşini de onunla yakıyordu…. Yemeklerini bile belki o çubuklarla ocağında pişiriyordu. Bu köşedeki bina yoktu. Eski bir ev ve bahçesi vardı. Anna’nın evi orasıydı. İki kardeş… Anna’ya ben çok yemek götürdüm. 18 sene önce öldüğünde 96 yaşındaydı… Sanki o benim için hâlâ yaşıyor bu yastıkla.
O resim hiç kaybolmuyor”. Diyor Özcan Hanım, sanki önünde Anna, anlatmaya devam ediyor.
Siyah önlük, daha uzun bir siyah etek, gri bir bluzu vardı.
Saçları topuzlu...
Anna’nın çoluğu çocuğu yok kocası yok ama aşkı var. Aşkı olmaz olur mu diyor Özcan Hanım…
Siyah renkli kumaşın üzerine işlediği umut dolu beyaz papatya ve laleler…
Mavi, unutmabeni çiçekleri ve pembe laleler…
Kavuşamadığı aşkın matemini siyah üzerine çiçeklerle işlemiş yastığa ...
Anna’nın, Özcan Hanım’a ölmeden önce hediye ettiği ve bütün özlemlerini, aşklarını işlediği o yastık şu an oturduğum kanepede kolumun altındaymış meğer…
O ne büyük aşktı
Özcan Hanım, Anna’yı öyle bir anlattı ki sanki aramızda…
Özcan Hanım benim aşkımı da biliyor. Aynen yastığın aşkını bildiği gibi…
Mor salkıma konan arılar kadar özgürüm… Arıların vızıltısını dinliyorum… Keyifle konuyor salkımlara.. O salkımlardan balını alıyor…