Uç noktanında uç noktası varmış... benim gibi birisi de varmış...
Türkiye'nin Batı Ucu : Gökçeada...
Türkiye’nin batı ucu olan Gökçeada’da, adanın da batı ucunda Uğurlu köyünden geçip, en en uca, uç noktasına ulaştım. Şöyle bir bakınıyorum, keçiler koyunlarla dolu bir çiftlik gözüme çarpıyor. Etrafla hiç ilgilenmeden doğruca uca doğru ilerliyorum.
Vardım, aşağısı deniz.
Neyin ucuna vardım ki,
Avlaka Tepesi’ndeyim.
Başında kasketiyle ufak tefek bir adam bana doğru geliyor, bir teke de onun peşine takılmış, herhalde çiftliğin sahibi diye düşünüyorum. Bana yaklaşınca da boynundaki fotoğraf makinesini fark ediyorum.
Bir turist, gün batımını çekmeye gelmiş herhalde.
Adam ve teke sarmaş dolaşlar, birbirlerini seviyorlar. Ben de tekeyi sevmek istiyorum, ona yaklaşıyorum, ama benden kaçıyor keçi adamın ardına saklanıyor. Adam biraz yürüsün bir karış ondan uzak kalmayan teke, çok iyi takipte, onu tanıyor besbelli. Adam ne çiftçi, ne de turist, merakımı da kendisi çok geçmeden gideriyor. Tanışıyoruz. Adı Kris. Dereköy’de yaşıyormuş. Dereköy eskiden Türkiye’nin en büyük ikinci köyü imiş. Ama göçlerle nüfus çok az kalmış. Kris ise yaşadığı Amerika’dan doğduğu topraklara geri dönmüş.
Keçiyi bir türlü sevemedim. Keçi işte…
Kris, tekeyi tepenin birinde zor durumda açlıktan ölmek üzereyken bulduğunda teke daha minicik yavru imiş, “belki üç dört günlüktü” diyor Kris. Kris onu almış evine getirmiş. Eşi ile birlikte tekeyi bakıma almışlar. Tıpkı Bozcaada’da benim bulduğum kuzu gibi… Eve yaralı bir canlı ile dönünce kızmayan bir eş, dost…
Bizim kuzuyu büyüttüğümüz gibi Kris ve eşi de aynı sevecenlikte Teke’yi büyütmüşler. Teke büyüyünce de bu çiftliğe yalnız kalmasın diye getirmişler. Kris sık sık tekeyi ziyarete geliyormuş. Bugün de ziyaret için buradaymış. Teke ile Kris’in sevgi bağı çok kuvvetli, etkiliyor insanı… Bir hoşlukla “Benim gibi birileri de varmış” deyip keyifle ardıma dönüp bakınca güneşi göremiyorum,
Güneş batmış…
Buraya ne için gelmiştik, güneşi seyretmek için miydi?
Olsun,
Güneş her yerden güzel batar…
Zorlukla yürüyerek çıktığımız bu tepeye bildiğim bir hissi paylaşmanın huzuruyla Kris’in 4 çeker cipi ile aşağıya gizli limana iniyoruz.
Kris aforoz edilmiş eski bir papaz imiş. Hoş rahip olması da ilginç ya, zira Dereköy’de papaz yok diye papaz olmuş. Dedelerim de dedeleri de adalı idi diyor. Nedense bunlar pek ilgimi çekmiyor. Uzakları seyrediyorum, Nevzat Şateş’in (amcamın) ceketini çıkarıp yeni doğan buzağıyı temizleyen görüntüsü gözlerimin önünde…
Kendi kendime tebessüm ettiğimi fark ediyorum.
Bir yandan da Kris anlatmaya devam ediyor. Bu cip eşimin, benimki eski model bu tepeyi çıkamaz ama değiştiremiyorum işte, gönül bağım var diyor. Tıpkı Şateş Nevzat gibi, Şateş’te 1976 model Anadolu değiştiremedi hâlâ duruyor. Sanki ben farklıyım ya(!) yeşil gözlü arabamı bende değiştiremiyorum, nedense kıyamıyorum. Nasıl bir bağ ise…
Kris zor yıllardan sonra adaya dönünce de annesinden sadece mantosunu bulabiliyor evlerinde. Evi restore ettiriyor, şimdi bu evde eşi ile birlikte yaşıyorlar. Bir fotoğrafı gösteriyor, eski bir fotoğraf… Dereköy’de doğmuş birine aitmiş, O da Kris gibi Amerika’ya gitmiş, birçok işte çalışıp, bir arsa almış ve o arsadan petrol çıkmış, zengin olmuş, bu arada da hiç vakit kaybetmeden doğduğu Dereköy’e okul yaptırmış. Kris ateşli ateşli anlatmaya devam ediyor ama benim gözlerimin önüne Şateş’im İbrahim Aydın geliyor. Şateş’te doğduğu köye okul yaptırdı.
Ee bende amcalar çok, şimdi anlıyorum kardeşim Gökhan Aydın’ı, çocukluğunda üzüntüyle “benim çocuğumun amcaları olmayacak” demesini.
Kris’in eşi üniversite de yabancı dil dersi veriyor. 18 Mart Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu, 1997 yılında o zamanlar üniversitenin rektörü Prof. Dr. Ramazan Aydın’ın büyük çabalarıyla açılmış. Denizi güneşiyle organik tarım yapılan tarih ile iç içe olan ada da üniversite okumak keyifli mi? Bilemem ama gençlerle birlikte adaya hayat gelmiş, neşe gelmiş.
Bu evde canlı, neşeli cıvıl cıvıl…
Pencereden uzaklara bakınca çorak tepe hiç rahatsız etmiyor.
Yıkık evlerin fazla olduğu Dereköy sokaklarında yürüyorum.
Bir madam hoş geldiniz diyor, onla sohbet ediyoruz. Rum Madam, “Biga’nın Eşelek Köyü gelince adada tekrar tarım başladı, Rumlardan sonra ilk tarım yapan onlar oldu, çok çalışkanlar sayelerinde ada yeşerdi, canlandı” diyor.
Kaç gün oldu kendi adamdan uzağım. Benim adam kıskançtır, hemen dönmek istiyorum. İçimde bir şeyler kıpraşmaya başladı. Bozcaada’da bir şeyler oluyor, hissediyorum ada içten içe kaynıyor.
Bir an önce her zamanki yerimde Polente Cafe’de melisa çiçeğinin yanında olan köşemde olmak istiyorum.
Vardım, aşağısı deniz.
Neyin ucuna vardım ki,
Avlaka Tepesi’ndeyim.
Başında kasketiyle ufak tefek bir adam bana doğru geliyor, bir teke de onun peşine takılmış, herhalde çiftliğin sahibi diye düşünüyorum. Bana yaklaşınca da boynundaki fotoğraf makinesini fark ediyorum.
Bir turist, gün batımını çekmeye gelmiş herhalde.
Adam ve teke sarmaş dolaşlar, birbirlerini seviyorlar. Ben de tekeyi sevmek istiyorum, ona yaklaşıyorum, ama benden kaçıyor keçi adamın ardına saklanıyor. Adam biraz yürüsün bir karış ondan uzak kalmayan teke, çok iyi takipte, onu tanıyor besbelli. Adam ne çiftçi, ne de turist, merakımı da kendisi çok geçmeden gideriyor. Tanışıyoruz. Adı Kris. Dereköy’de yaşıyormuş. Dereköy eskiden Türkiye’nin en büyük ikinci köyü imiş. Ama göçlerle nüfus çok az kalmış. Kris ise yaşadığı Amerika’dan doğduğu topraklara geri dönmüş.
Keçiyi bir türlü sevemedim. Keçi işte…
Kris, tekeyi tepenin birinde zor durumda açlıktan ölmek üzereyken bulduğunda teke daha minicik yavru imiş, “belki üç dört günlüktü” diyor Kris. Kris onu almış evine getirmiş. Eşi ile birlikte tekeyi bakıma almışlar. Tıpkı Bozcaada’da benim bulduğum kuzu gibi… Eve yaralı bir canlı ile dönünce kızmayan bir eş, dost…
Bizim kuzuyu büyüttüğümüz gibi Kris ve eşi de aynı sevecenlikte Teke’yi büyütmüşler. Teke büyüyünce de bu çiftliğe yalnız kalmasın diye getirmişler. Kris sık sık tekeyi ziyarete geliyormuş. Bugün de ziyaret için buradaymış. Teke ile Kris’in sevgi bağı çok kuvvetli, etkiliyor insanı… Bir hoşlukla “Benim gibi birileri de varmış” deyip keyifle ardıma dönüp bakınca güneşi göremiyorum,
Güneş batmış…
Buraya ne için gelmiştik, güneşi seyretmek için miydi?
Olsun,
Güneş her yerden güzel batar…
Zorlukla yürüyerek çıktığımız bu tepeye bildiğim bir hissi paylaşmanın huzuruyla Kris’in 4 çeker cipi ile aşağıya gizli limana iniyoruz.
Kris aforoz edilmiş eski bir papaz imiş. Hoş rahip olması da ilginç ya, zira Dereköy’de papaz yok diye papaz olmuş. Dedelerim de dedeleri de adalı idi diyor. Nedense bunlar pek ilgimi çekmiyor. Uzakları seyrediyorum, Nevzat Şateş’in (amcamın) ceketini çıkarıp yeni doğan buzağıyı temizleyen görüntüsü gözlerimin önünde…
Kendi kendime tebessüm ettiğimi fark ediyorum.
Bir yandan da Kris anlatmaya devam ediyor. Bu cip eşimin, benimki eski model bu tepeyi çıkamaz ama değiştiremiyorum işte, gönül bağım var diyor. Tıpkı Şateş Nevzat gibi, Şateş’te 1976 model Anadolu değiştiremedi hâlâ duruyor. Sanki ben farklıyım ya(!) yeşil gözlü arabamı bende değiştiremiyorum, nedense kıyamıyorum. Nasıl bir bağ ise…
Kris zor yıllardan sonra adaya dönünce de annesinden sadece mantosunu bulabiliyor evlerinde. Evi restore ettiriyor, şimdi bu evde eşi ile birlikte yaşıyorlar. Bir fotoğrafı gösteriyor, eski bir fotoğraf… Dereköy’de doğmuş birine aitmiş, O da Kris gibi Amerika’ya gitmiş, birçok işte çalışıp, bir arsa almış ve o arsadan petrol çıkmış, zengin olmuş, bu arada da hiç vakit kaybetmeden doğduğu Dereköy’e okul yaptırmış. Kris ateşli ateşli anlatmaya devam ediyor ama benim gözlerimin önüne Şateş’im İbrahim Aydın geliyor. Şateş’te doğduğu köye okul yaptırdı.
Ee bende amcalar çok, şimdi anlıyorum kardeşim Gökhan Aydın’ı, çocukluğunda üzüntüyle “benim çocuğumun amcaları olmayacak” demesini.
Kris’in eşi üniversite de yabancı dil dersi veriyor. 18 Mart Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu, 1997 yılında o zamanlar üniversitenin rektörü Prof. Dr. Ramazan Aydın’ın büyük çabalarıyla açılmış. Denizi güneşiyle organik tarım yapılan tarih ile iç içe olan ada da üniversite okumak keyifli mi? Bilemem ama gençlerle birlikte adaya hayat gelmiş, neşe gelmiş.
Bu evde canlı, neşeli cıvıl cıvıl…
Pencereden uzaklara bakınca çorak tepe hiç rahatsız etmiyor.
Yıkık evlerin fazla olduğu Dereköy sokaklarında yürüyorum.
Bir madam hoş geldiniz diyor, onla sohbet ediyoruz. Rum Madam, “Biga’nın Eşelek Köyü gelince adada tekrar tarım başladı, Rumlardan sonra ilk tarım yapan onlar oldu, çok çalışkanlar sayelerinde ada yeşerdi, canlandı” diyor.
Kaç gün oldu kendi adamdan uzağım. Benim adam kıskançtır, hemen dönmek istiyorum. İçimde bir şeyler kıpraşmaya başladı. Bozcaada’da bir şeyler oluyor, hissediyorum ada içten içe kaynıyor.
Bir an önce her zamanki yerimde Polente Cafe’de melisa çiçeğinin yanında olan köşemde olmak istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder