10 Kasım 2010 Çarşamba

Cumhuriyet Gzetesi, 29.Eylül 2010

Bir adadan başka bir adaya…
NİLHAN AYDIN
Bir kıtadan başka bir kıtaya göçer gibi geçtik Gökçeada’ya…
Dolduk taştık, sıkıştık kaldık. Aşkımda adadan taştı.
Ben ve seramik sanatçısı arkadaşım Meliha Coşkun ne yapsak diye düşünürken aklımıza Gökçeada’ya gitmek fikri geldi. Kral’a öylesine “Gökçeadaya gitsek mi” dedik. Kral’da “hemen yelkenleri açalım” dedi.
İnanamadım. Nasıl (yani) bu kadar kolay olabilir! (mi?)
Senelerdir her yaz sonu Bozcaada’da “seneye muhakkak Gökçeadaya gideceğim” deyip gidememişken bir anda daha gün bitmeden yelkenlideyiz ve rotamız Gökçeada…
***
Tek başıma yelkenlinin ön kısmında uzanmış uzaklara bakıyorum.
Deniz sakin…
Güneş batmış olduğu halde tenimde hoş bir sıcaklık hissediyorum.
Uzaklardan çok uzaklardan uğultulu bir ses geliyor, sesi dinliyor anlamaya çalışıyorum, ses yakınlaştıkça kabararak artıyor.
Atlılar bunlar…
Nereden çıktılar, nasıl geldiler, yelelerini savurarak bizi geçiyorlar, sesleniyorum “beni de alın”. Başının önünde beyaz işareti olan kızıl at bana dönüp bakıyor…
“Denizin diplerinde, uçurumlarda,
Tenedos’la kayalık İmroz arasında
Bir mağara vardır; geniş, kocaman.
Dinlendirirdi orada atlarını
POSEİDON; yeri sarsan.
Çözdü arabadan, tanrısal yemlerini
koydu önlerine.
Bağladı ayaklarına altın zincirler
Bunlar kırılmaz, çözülmez zincirlerdi
Efendileri gelene dek ayrılamazlardı oradan
Kendi de Akhaların ordusuna doğru
yürüdü gitti.”
Meliha’nın “uyan adaya yaklaştık” sesi ile gözlerimi açıyorum.
Troya da mıyım, yoksa rüyada mıyım? Hakikat de miyim?
Almancası “Traum und Wirklichkeit” (Rüya mı Hakikat mi?) olan Troya kitabı gözlerimin önünde hâlâ.
Yunan Mitolojisine göre Gökçeada ile Bozcaada (Tenedos) adaları arasında ise Poseidon’un kanatlı atlarının ahırları bulunuyor.
Meliha’ya “İmros çorak topraklardaki bereket tanrısı anlamına” geliyormuş, deyip doğruluyorum.
Karşımda koca bir kıta…
Bozcaada’dan sonra bana elbette çok büyük görünüyor.
Zaten Türkiye’nin en büyük adası Gökçeada değil miydi?
Evet, ve biz Türkiye’nin en batı ucunda güneşin battığı yerdeyiz.
Adanın güneyine doğru kıvrılıyoruz. Koca bir kaya kütlesi dikkatimi çekiyor. Denize arkasını dönük olduğu halde biraz daha yaklaşınca büyük bir kaya parçasına oyulmuş birbirine bitişik iki kaya mezarı olduğunu anlıyorum. Etrafta hiçbir yerleşim yok. Sanki uzaydan oraya fırlatılmış gibi duruyor.
Hafif eğri duran çift mezar sanki “yerin hazır diyor” bana.
Ürperiyorum.
Şalım omuzlarımdan denize uçmuş. Meliha “denize atlasana” diyor. Mezarlardan gözlerini alamayan ben ise tedirginim. “Yok soğuktur deniz” diyorum. Oysa sabah Bozcaada’da denize girmiştim. Karga adası Bozcaada’da gördüğüm birbirlerine sokulmuş kumru çiftini anımsayıp gülümseyerek “Gitti omuzlarımı saran ipek şal Helen’in omuzlarına” deyip bakışlarımı limana doğru çeviriyorum.
***
Kuzu Limanı’na sisleri delerek giriyoruz.
Genellikle limanlar ve yerleşim alanı aynı yerde olur. 10 köyü olan adanın limanında yerleşim alanı yok. Sizi karşılayan kimse yok terk edilmişlik hissine kapılıyorsunuz. Arıyor gözleriniz yaşayan hayatları, etrafa bakınıyorsunuz, ada yaşıyor ama yalnız kalmış…
Kapısı açık kalmış bir ev gibi…
Hüzün doluyum…
Geri mi dönsek?
Zaten adayı fetih edemem de keşfedemem de çok büyük.
Oysa Bozcaada da basmadığım karış toprak kalmamıştı. Bozcaada’da çınar ağacının altında beni bekleyen adamımın Gökçeada’da görmelisin dediği 625 senelik çınar ağacına yine de ulaşmalıyım ve en ağacın en tepesine çıkmalıyım.
Yol arıyorum.
Yok, ben bu hüzün ile baş edemeyeceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder