5 Kasım 2010 Cuma

Cumhuriyet Gazetesi,11 Ağustos 2010

Bu Ada da Benim, Adam da Benim…
NİLHAN AYDIN
Eski bir Rum sofasında oturmuş balkonun açık kapısından adayı seyrediyorum. Mor salkımlar hâlâ açıyor, yaza doyamamış gibi zamanı çoktan geçtiği halde açıp açıp sallanıyorlar.
Arkada kalenin uç kısmındaki bayrak dimdik duruyor. Hiç kıpırdamadan…( dalgalanmadan..)
Aa demek bugün havada rüzgâr yok. (Rüzgârsız bir gün başlıyor bu sıcaklarda…)
Kalenin önünü kesmiş Rum evleri küçüklü büyüklü kıpkırmızı eski çatılarıyla denize kadar uzanıyor.
Almancası “Traum und Wirklichkeit” (Rüya mı Hakikat mi? ) olan Troya kitabı yanımda… Ona bakıyorum…
Troya da mıyım, yoksa rüyada mıyım? Hakikat de miyim?
Muhakkak ki Truva atı da bu denizlerden geçti, karşıya vardı.
Ama ben buradayım…
İçimde harp yok. Müthiş bir sulh var… Aşkla aramı düzelttim… Hiçbir şeyin sahibi olmadığımı anladım. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin sahibi olamayacağımı gördüm. Hiç kimsenin de hiçbir şeye devamlı sahip olamayacağını anladım…
Mor salkım da bütün bu güzelliğiyle iki gün açmıyor mu zaten?
Hafif çıkan rüzgârın esintisi yüzüme geldiğinde nerede olduğumu anımsıyorum… Ben bir kütüphanedeyim. Ve karşımda bir sürü kitapların arasında resimlerle bezenmiş bir evde olduğumu görüyorum.
Adaya âşık bin bir ressamın yaptığı resimlerin içinde kendimi buluyorum… Ressamların özgürlüğü veya bağımlılığı, benim özgürlüğüm veya bağımlılığım… Birçok insan buhranda iken bir adaya kaçmak, sığınmak ister.
Peki, ya ben adada tutsak mıyım, yoksa hasretini çektiğim tam özgürlüğün ortasında mıyım?
Şu anda özgürüm…
Adadayım, özgürüm…
Kendi içimde özgürüm…
Ben kendimde özgürüm…
134 senelik eski Rum evinin hâlâ yaşayan 134 senelik tahtaların çatlaklığı… Yüksek tavanlı binanın ferahlığı bana huzur veriyor.
Özcan Germiyanoğlu Hanım’ın evindeyim. Bana baktığı zaman ruhumu hissettiğini bildiğim…
Özcan Hanım’a “Bu ev çok huzurlu” diyorum.
O da bana “Gelenler ile ilgili” diyor ve devam ediyor.
Her evin bir kaderi vardır…
Bu yastığın da bir kaderi var deyip tatlı, sevgi, anlayış ve hüzün dolu bir ifade ile ruhumu okşayan yumuşak bir ses tonuyla Anna’nın hikâyesini anlatmaya başlıyor.
Bu yastığın hikâyesi
“Anna hiç evlenmemiş. İncecik, uzun, zayıf... Her sabah keçileri ovaya götürür, orada bütün gün kalır, akşam olunca da sırtında çubuklarla geri döner. Çubukları bir beze bağlardı. Ve her gün yakacak çubuğunu getirdi. Belki ateşini de onunla yakıyordu…. Yemeklerini bile belki o çubuklarla ocağında pişiriyordu. Bu köşedeki bina yoktu. Eski bir ev ve bahçesi vardı. Anna’nın evi orasıydı. İki kardeş… Anna’ya ben çok yemek götürdüm. 18 sene önce öldüğünde 96 yaşındaydı… Sanki o benim için hâlâ yaşıyor bu yastıkla.
O resim hiç kaybolmuyor”. Diyor Özcan Hanım, sanki önünde Anna, anlatmaya devam ediyor.
Siyah önlük, daha uzun bir siyah etek, gri bir bluzu vardı.
Saçları topuzlu...
Anna’nın çoluğu çocuğu yok kocası yok ama aşkı var. Aşkı olmaz olur mu diyor Özcan Hanım…
Siyah renkli kumaşın üzerine işlediği umut dolu beyaz papatya ve laleler…
Mavi, unutmabeni çiçekleri ve pembe laleler…
Kavuşamadığı aşkın matemini siyah üzerine çiçeklerle işlemiş yastığa ...
Anna’nın, Özcan Hanım’a ölmeden önce hediye ettiği ve bütün özlemlerini, aşklarını işlediği o yastık şu an oturduğum kanepede kolumun altındaymış meğer…
O ne büyük aşktı
Özcan Hanım, Anna’yı öyle bir anlattı ki sanki aramızda…
Özcan Hanım benim aşkımı da biliyor. Aynen yastığın aşkını bildiği gibi…
Mor salkıma konan arılar kadar özgürüm… Arıların vızıltısını dinliyorum… Keyifle konuyor salkımlara.. O salkımlardan balını alıyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder